Bazı insanlar gezmek için, bazı insanlar çalışmak için, bazı insanlar tüketmek için, bazı insanlar anlamak için, bazıları ortalığı karıştırmak için, bazıları utandırmak, bazıları gururlandırmak, bazıları çalışmak, bazıları inanmak, bazıları şüphe etmek, bazıları yazmak, bazıları vermek, bazıları sıkılmak, bazıları anne-baba olmak, bazıları da aşık olmak için gelir dünyaya.
Çok yakın bir arkadaşım (!) dünyaya o sevmek için gelenlerden. Küçüklüğünden beri hayaller kurar; sıkıldığında bile eğlence için kendi kendine sevgi ana temalı maceralar uydururdu. Başını kaldırıp göğe baktığında bile tek gördüğü o hikayelerdi. Bulutlar ister bir hayvan şeklinde olsun, ister bir ülke şeklinde, onun yorumu işin içine girince o hayvan da, ülke de aşklarını bekleyen sevgi sembollerine dönüşüyordu. Yalnız bir sıkıntı vardı, kurduğu hayaller, kendi gerçekliğinde hayat bulamıyordu çünkü birilerine ilgi gösteriyor yani hayallerindeki gibi ilk adımı atıyor ama gösterdiği ilginin karşılığını alamıyordu. Beklediğinin de ne olduğunu bilmemekle de beraber sevmeye devam ediyordu, nedenini ona sorsanız çünkü başka şansı yoktu.
Sonra her şeyi bir mantığa oturtmaya karar verdi. Hayallerindeki sevgi örneğinin gerçek hayatta bir karşılığını bulacaktı. Eğer bunu yapabilirse bütün şüpheleri ortadan kalkacak, “eğer onlar yapabiliyorsa benim için de umut var” diyebilecekti. Etrafına bakındı, annesiyle babası, kardeşleri, arkadaşları… tamam biraz daha genişletelim, olmuyor dedi… Bütün tanıdıklarının anneleriyle babaları, el ele yürüyen yabancı çiftler, ünlüler…
Tartışmalar muhakkak olacak diye düşünüyordu; anlaşmazlıklar olacak, tıpkı bazı kırgınlıkların kaçınılmaz olduğu gibi ama bir şekilde baktığı gözlerde aradığını bulamıyordu. O gözler ya da “çok büyük aşk bu” dedikleri, zamanla hep mahcup ediyordu onu. Hatırlayamadığı kadar fazla “çok büyük aşk” dosyalı örnekler, “mahcubiyet” dosyasına kaldırılmıştı. Gittiği lisenin en büyük aşkı yaşayan çiftlerinden tutun da, ünlülere yaptığı atlayıştan sonra her yıl evlilik yeminlerini yenileyen Heidi Klum’la Seal çiftine kadar hepsi hüsrana uğrattı onu.
Uzun soluklu olması değildi onun kıstası, berbat kokan kanıksamışlıklarla doluydu etrafındaki uzun soluklu ilişkiler sanki. Bir türlü o “bir”den türemiş “birliktelik” kelimesini bulamıyordu. Son konuştuğumuzda artık inanmıyordu da. “Ne yapayım gidip İnanna’yla Dumuzi’ye, Leyla ile Mecnun’a soramayacağıma göre…” diyordu. Ona o sıralar tekrar okuduğum bir Sabahattin Ali kitabından bir kısım okumamı isteyip istemeyeceğini sordum. Omuz silkerek, “Olur” dedi.
“İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı… Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?”
“Umarım öyledir.” dedi.